7 Haziran 2012 Perşembe

KAMBRİYEN CANLILARI

KAMBRİYEN CANLILARI
Milyarlarca yıl boyunca ıssız ve sessiz bir şekilde varlığını sürdürmüş bir yeryüzü… Etrafta yürüyen, avlanan, ses çıkaran, besin tüketen hiçbir canlı yoktu. Var olanlar sadece bakteriler ve diğer tek hücrelilerdi. Mikroorganizmalarla geçen milyonlarca yılın ardından bu defa yumuşak bedenli, birden fazla hücreden oluşmuş küçük canlılar devreye girdi. Tek hücreli mikroorganizmalar ve çok hücreli yumuşakçalar… Sonra aniden yeryüzünde bir hareketlilik baş gösterdi. Yeryüzünün büyük bir kısmı, birbirinden tamamen farklı ve günümüzdekilere benzer komplekslikte özellikler gösteren deniz canlılarıyla dolup taşmış durumdaydı. Yeryüzünde yürüyen, avlanan, gören, hisseden, bir sosyal hayatları ve yaşama şekilleri olan canlılar hüküm sürmekteydi. Öyle ki, bu canlılardan hiçbiri diğerinin özelliklerini taşımayacak kadar farklıydı. Bu öylesine büyük bir farklılıktı ki, bir canlı, diğeriyle kategorize edilemeyecek kadar büyük bir değişiklik göstermekteydi.
Tüm bu çeşitliliğin ortaya çıkışı sadece 5 milyon yıl sürmüştü. Ardından bir kısmı yok oldular. Sahip oldukları tüm özellikleri yaşadıkları denizlerin diplerinde bırakarak…
Bir canlının tüm özelliklerinin taş zemin üzerinde kalabilmesi, Allah’ın yarattığı çok büyük bir mucizedir. Ölümünün ardından çürüyüp gitmesi, toprağa karışıp yok olması gereken bir canlı, kimi zaman, sahip olduğu dokungaçlara, sindirim sisteminden sinir uzantılarına kadar tüm detayları ardında bırakmıştır. Varlığının tüm delilleri milyonlarca yıllık kayalar üzerinde sergilenmektedir. Allah’ın muhteşem yaratışı ve hayranlık uyandırıcı sanatı, Allah’ın dilediği şekilde gözler önündedir. Bu mükemmel sanatın en büyük delillerinden bazılarını Allah, Kambriyen canlılarıyla vermiştir.
De ki: “En ‘üstün ve apaçık’ delil Allah’ındır. Eğer O dileseydi elbette tümünüzü hidayete yöneltip-iletirdi.” (Enam Suresi, 149)

Korunmuş Fosillerden Bazıları
Bu bölümde, Kambriyen katmanlarında bulunmuş yaklaşık 530 milyon yıl öncesine ait canlıların özellikleri ele alınacaktır. Canlıların Latince isimleri genel bir bilgi verebilmek için belirtilmiştir. Asıl önemli olan, bu dönemde ortaya çıkmış olan canlıların çeşitli kompleks özelliklere sahip olduklarını, günümüz canlılarına çok benzeyen, hatta bazen daha ayrıcalıklı ve özel parçalara sahip olduklarını gösterebilmektir. Günümüzden yaklaşık 530 milyon yıl öncesinde yaşamış olan bu canlıların, çok mükemmel detaylar ve güzelliklerle yaratılmış olduklarını delillendirebilmektir. Onların, evrim teorisinin iddialarını tam anlamıyla çürüten, olağanüstü eserler olduklarının görülmesini sağlamaktır.
Fosillerin özellikleri, temelde bu amaç için verilmektedir. Yüce Allah’a iman edenler için elbette, böyle canlıları 500 milyon yıl önce de, şimdi de görmek şaşırtıcı değildir. Sonsuz bir ilim ve güç sahibi olan Allah, onları dilediği zamanda, dilediği şekilde ve dilediği yerde yaratmaya kuşkusuz kadirdir.
Allah bir ayetinde bu gerçeği şöyle haber vermiştir:
Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir. (Nur Suresi, 45)
Bu canlıların varlıklarının üzerinde durmamızın ve özelliklerini belirtmemizin bir diğer amacı da, Kambriyen canlılarının 500 milyon yıl önce ortaya çıkışlarına şaşıran evrimcilerin, gerçeği görmelerini sağlamak ve onlara körü körüne uyan insanları aydınlatmaktır. Canlıların tarihinde gerçekleşen herhangi bir evrim süreci yoktur. Özelliklerini sayacağımız canlıların tümü, hiçbir ataları olmadan ortaya çıkan, hiçbir gelişim aşaması göstermeden kompleks özelliklere sahip olan canlılardır.
Kambriyen canlılarının fosillerinin özelliklerinden biri, çok iyi saklanmış olmalarıdır. Normal şartlarda meydana gelen fosilleşmelerde, canlıların dış kabuklarındaki kitin ve kalsiyumdan oluşan sert kısmın dağılması gerekmektedir. Fakat Kambriyen katmanlarından toplanan örneklerin büyük bir kısmında dış iskeletin neredeyse tamamı orijinal görüntüyü korumakta, bunun dışında canlıların en temel iç sistemleri açıkça görülebilmektedir.
Çeşitli bölgelerde yapılan araştırmalar, Kambriyen’e ait olarak bulunan tüm fosillerin, farklı özelliklerini ortaya çıkaracak niteliktedir. (www.yasayanfosiller.com) Bu canlıların kafaları, gövdeleri, çeşitli kompleks parçalardan oluşan mide ve bağırsak sistemleri bulunmaktadır. Bazılarının dört ayağı, bazılarının ise bir düzine ayağı vardır. Bazılarının kabukları, bazılarının antenleri, bazılarının solungaçları bulunmaktadır. Kısacası, günümüz canlılarına benzeyen hemen her vücut şekli ve nesli tükenmiş daha fazlası, müthiş kapsamlı görünümleri ve tüm kompleks özellikleriyle, Kambriyen dönemi denizlerinde varlık göstermiştir. Bu fosillerden bazıları şunlardır:

Marella
Walcott tarafından dantelli yengeç olarak adlandırılan Marella, Burgess Shale fosilleri arasında en fazla bulunanlardandır. Sadece Walcott Quarry’de (Walcott’un isminin verildiği fosil alanı) 15.000 Marella örneği toplanmıştır. Marella, üç boyutlu olarak neredeyse tüm özellikleri ile bilinmektedir. Marella‘nın ilginç kafa kısmı, dışarıya doğru kıvrılan iki uzantıya sahiptir. Bu uzantılar canlının bütün vücudu boyunca uzanacak büyüklüktedir. İki çift anteni vardır. Bunlardan bir tanesi küçük parçalardan oluşmuş birer uzantıdır. Diğeri ise, çalı şeklinde incelen uçlara sahiptir. Marella‘nın vücudu gittikçe küçülen halkalar şeklinde parçalardan oluşur ve bu parçaların her birinden bir çift ayak uzanmaktadır. Küçük organik maddeler ve küçük canlılarla beslendiği sanılan bu canlının antenleri muhtemelen suyun yüzeyindeki bu küçük parçacıkları toplamak içindir. Bacakların dış kısmındaki tüylü uzantılar ise, solunum için kullanılmaktadır.72

Marella’nın temsili resmi ve Marella fosili
Canadaspis
Canadaspis, neredeyse sahip olduğu tüm özelliklerle birlikte korunmuş bir fosildir. Canlının, iki tarafından adeta menteşe ile tutturulmuş gibi duran, iki havalandırma kapakçığı bulunmaktadır. Karın kısmı ve gırtlak bölgesi olduğu gibi görünmektedir. Mide bağırsak sistemi de oldukça belirgindir. Canadaspis‘in bacakları iki bölüme ayrılmıştır. İç bölüm, parçalar halindedir ve yürümek için kullanılmaktadır. Burada bulunan ayakların uç kısımları küçük kıskaçlar şeklinde kıvrılmaktadır. Kanata benzer diğer dış bölüm ise, karnın bulunduğu bölgedeki havalandırma kapakçıklarının oradan dışarıya doğru çıkmış durumdadır. Bu kanatsı çıkıntılar, yüzmek ve aynı zamanda da oksijen solunumu yapmak için kullanılmaktadır. Ayakların, küçük organik parçacıkları bulabilmek amacıyla toprağı kazmak için kullanıldığı düşünülmektedir.73

Canadaspis fosili ve temsili Canadaspis resmi
Hallucigenia
Sahip olduğu dikenler nedeniyle bu canlı, Burgess Shale fosillerinin en ilginçlerinden biridir. Hallucigenia‘nın gövdesinin çeşitli kısımlarında, tüycüklerden oluşan uzantılar bulunmaktadır. Bundan farklı olarak canlı, dip kısımlarında yuvarlak kabartılar bulunan dikenlere sahiptir. Canlının sahip olduğu tüm uzantılar, mideye dar bir boru ile bağlanmaktadır. Bu borular, gövde boyunca ilerlemektedir. Son derece kompleks bir yapıya sahip Hallucigenia, Kambriyen canlılarının günümüz canlılarından ne kadar farklı olduğunu gösteren en belirgin örneklerdendir.
Çin’de bulunan Hallucigenia örnekleri ise, bu canlının yeni ve çok daha ilginç özelliklerinin bulunmasına neden olmuştur. Burada bulunan Hallucigenia fosilleri, zırhlı loblar içermektedirler. Hallucigenia, yukarıdaki resimlerde de görüldüğü kadarıyla, üzerinde yuvarlak uzantıları ve sırt kısmında izole tabakalar bulunan tırtıla benzer bir canlıdır. Yeni tanımlanan özellikler, Hallucigenia‘nın sırtındaki dikene benzer yapıların, koruma amaçlı olduğunu doğrulamaktadır. Alt kısımda ise, kıskaç şeklini alan yedi çift ayak bulunmaktadır.74

Hallucigenia’nın temsili resmi ve Hallucigenia fosili
Odaraia
Odaraia, fonksiyonel özellikleri nedeniyle Burgess Shale canlılarının en dikkate değer olanlarındandır. Canlının oldukça büyük iki gözü vardır. İki havalandırma kapakçığı karın kısmının yanındadır. Kuyruk kısmında, üçlü pervaneye benzer uzantılar bulunmaktadır. Hava kapakçıkları, ön kısımda gözlerin bulunduğu yeri açmak için aniden dururlar. Bu canlının aktif bir yüzücü olduğu ve büyük gözlerini, beslenmek amacıyla canlı küçük organizmalar aramak için kullandığı anlaşılmaktadır. Odaraia, muhtemelen yukarıdan aşağıya doğru yüzebilecek yeteneğe sahiptir. Böylelikle sürtünme, sahip olduğu büyük hava kapakçıkları nedeniyle minimum seviyededir. Sahip olduğu uzantılar sayesinde canlı yüzebilmektedir. Odaraia‘nın baş kısmındaki çıkıntılar küçüktür. Bu da küçük antenlerin ve güçlü alt çenenin bir kanıtıdır.75

Odaraia fosili ve Odaraia’nın temsili resmi
Anomalokarid
Anomalokarid, en büyük Burgess Shale canlılarındandır. Yaklaşık 45-60 cm’ye varan boyu, kimi zaman 1 hatta 2 metreye kadar ulaşmaktadır. Ananasa benzer ağız yapısıyla bu canlı, avını yakalamaya yardımcı olan uzantılara sahiptir. En büyük uzantılar, başın ön kısmından dışarı doğru çıkanlardır ve bunlar muhtemelen avları yakalamak için kullanılmaktadır. Anomalokarid, güçlü çenesinde özel sıralı dişlere sahiptir. Bulunan en büyük uzantılara sahip Anomalokarid‘in bu uzantıları yaklaşık 20 cm boyundadır. Çene, avı yakalayabilecek şekilde açılabilmekte ve avın ağza alınabilmesini sağlayacak çeşitli donanımlarla çalışmaktadır. Anomalokarid‘in yan kısmı yuvarlak bölümlerden oluşmuştur, bunlar muhtemelen yüzmeyi sağlamaktadırlar.76
Günümüzün köpek balıkları gibi Anomalokaridler de kendi ortamlarına mükemmel uyumlu avcılardandı. Bilim adamları, yok olup giden Anomalokaridler‘i herhangi bir filum ile bağdaştırabilmek için çok uğraştılar. Ancak tüm tartışmaların sonrasında,Anomalokaridler de kendi filumlarına dahil edildiler.77

Anomalokarid‘in temsili resmi ve Anomalokarid  fosili
Pikaia
Pikaia, Walcott tarafından ilk olarak bir deniz solucanı olarak tanımlanmıştır. Ancak sahip olduğu çeşitli özellikler nedeniyle, omurgalıların da dahil olduğu Chordata filumuna dahil edilmiştir. Bu filumun Kambriyen’de bilinen ilk temsilcisidir. Canlının ön kısmında bir çift kısa dokungaç bulunmaktadır. Gövde kısmı “S” biçiminde kıvrılabilmeyi sağlayan kalın kas bloklardan oluşmuştur. Kuyruk, yüzgeç şeklinde açılmıştır. Pikaia, yerin hemen üzerinde yüzmektedir. Kaslarını kullanarak kendisini dalgalandırmakta ve bu şekilde hareket etmektedir. Yüzgeçleri hareket ettiren özel bir sisteme de sahip olduğu sanılmaktadır.78

Pikaia fosili ve Pikaia‘nın temsili resmi
Opabinia
Opabinia, fosilleri erken Kambriyen yataklarında ele geçirilen, diğerlerinden farklı özelliklere sahip bir canlıdır. Bedeni bölmelerden oluşuyordu ve yumuşak bir kabuğa sahipti. Kafasında tam beş tane göz bulunuyordu. Daha da ilginci burnunda, hortum gibi bir organa ve bunun ucunda bir yengecinkine benzer kıskaçlara sahipti. Bunu muhtemelen avlarını yakalamak için kullanıyordu.79Bedeninin bölümlerinin her biri bir çift solungaca sahipti. En arka üç parça, kuyruğu oluşturuyordu. Bilim adamları, Opabiniasayesinde, yumuşak bedenli Burgess Shale faunasının zannedilenden çok daha kompleks ve çeşitli olduğunu anlamışlardır. 79

Opabinia‘nın temsili resmi ve Opabinia fosili
Insolicorypha

Insolicorypha fosili
Sadece tek bir örneği bulunan bu Burgess Shale fosili, oldukça ince olmasına rağmen zaman içinde hayret uyandırıcı derecede iyi saklanmıştır. Baş kısım, ilginç bir şekilde iki ayrı parçaya ayrılır. Bu uzantıların ikisinin de hissetmeye yarayan kısımlar olduğu anlaşılmıştır. Gövde kısmı 19 parçadan oluşur. Gövde kısmında üç tane dokungaça benzer çıkıntı bulunmaktadır.Insolicorypha‘nın gövde kısmından çıkan uzantıların her biri 30-40 tüycükle donatılmıştır. Insolicorypha’nın etrafında fana benzer tüylü uzantıların bulunması da bu canlının aktif yüzücü olduğunu göstermektedir. Canlının aktif yüzücü olması, aynı zamanda, onun nadir bulunuşunun da açıklamasıdır. Çünkü aktif yüzücüler, genellikle deniz diplerinde yaşamadıklarından, hızla hareket edip yer değiştiren katmanlar ve kum tabakalarının arasında kalıntı bırakmayabilirler. Bu canlı, günümüz canlılarıyla ilişkilendirilemediğinden, kendine ait bir aile olan Insolicoryphidae‘ye dahil edilmiştir.80
Branchiocaris

Branchiocaris fosili
Branchiocaris, iki parçadan oluşan sert bir kabuğa sahiptir. Vücudun ön kısmı, sanki menteşelerle gövdeye bağlanmıştır. Gövde kısmı 40 bölümden oluşmuştur. Bu bölümler, halka şeklindeki yapılardır. Branchiocaris‘in üzerindeki çeşitli uzantılar, büyük kanat şeklinde parçalardan meydana gelir. Gövde üzerindeki bazı uzantıların da bacaklar olduğu anlaşılmıştır. Aynı zamanda mide ve bağırsak sistemi de açıkça görülebilmektedir.
Branchiocaris‘in baş kısmında dokungaçlar bulunmaktadır. Oldukça sağlam olan bu kısa uzantılar, dışa doğru kıvrılmış durumdadırlar. Bundan daha uzun olan bir çift başka uzantı ise antenleri oluşturmaktadır ve antenler bir kıskaç şeklinde son bulmaktadır. Uzun yassı uzantılardan meydana gelen kabuk kısmı belirgindir. Muhtemelen deniz dibine yakın yüzen bir canlıdır. Bazen atıklarla, bazen de sabit duran küçük canlılarla beslenmektedir. Tepedeki kıskaçlarını, yiyecekleri doğrudan ağzına götürebilmek için kullanmaktadır. Bu özelliklerinden dolayı arthropodlara dahil edilmiştir.81
Buraya kadar verilen örneklerde de görüldüğü gibi Kambriyen döneminde yaşayan canlılar, şu an yaşayan pek çok canlı kadar kompleks özelliklere sahip ve kendi ekosistemleri içinde mükemmel şekilde yaşayan kusursuz canlılardı. Bu dönemde yaşamış olan trilobitin türüne dahil edilen ve ilerleyen satırlarda detaylarına değineceğimiz Phacops, yine üstün yapıya sahip gözleri ile günümüz canlılarından farksızdı.
Kambriyen canlıları ile ilgili bu detaylar bizlere bir kez daha, Darwinizm’in tümüyle ortadan kalkmış olduğunu göstermektedir. Omurgasız deniz canlılarının her türlü örneği ile karşılaşılan böyle bir dönemde ortaya çıkan çeşitli kompleks yapılar, evrimcilerin açıklayamadıkları başlıca konulardandır. Aniden omurgalıların ortaya çıkması ise, evrimcilerin içinde bulundukları zor durumu, daha da karmaşık hale getirmiştir.
Evrimcilerin Beklemedikleri Omurgalılar!
Omurgalılar, bir omurgaya, omur iliğine, kemik veya kıkırdaktan meydana gelen bir iskelete, kafatası içinde korunmuş bir beyne, kapalı bir dolaşım sistemine, iki, üç veya dört odacıktan meydana gelen bir kalbe sahip canlılardır. Balıklar, amfibiler, sürüngenler, kuşlar ve memeliler şeklinde beş sınıftan meydana gelirler. Yeryüzünde geniş bir dağılım sergilerler ve bedenlerinde oldukça gelişmiş, kompleks yapılar bulunur.
Omurgalılar, kordalılar filumuna dahil edilen bir gruptur. Kordalılar filumuna dahil olan canlılar, “sırtipi” denilen bir sinir tüpüne sahiptirler. Bunlardan bazıları omurgalı, bazıları ise omurgasızdır. Omurgalılarla ilgili fosil kaydı, uzun yıllar Kambriyen örneklerinden noksan kalmıştır. Bu nedenle ilk omurgalı örneklerinin, en eski omurgalı fosillerinin bulunduğu Devonyen dönemine ait olduğu kabul edilmiştir
Evrimci fosil bilimciler, omurgalıların, diğer ana gruplara oranla daha geç ortaya çıktıklarını düşünüyorlardı. Bunun nedeni, omurgalıların ileri derecede kompleks bir grubu tarif etmesiydi. İnsanın da ait olduğu bu kompleks grubun, kademeli ve nispeten geç ortaya çıkmış olması gerektiğini iddia eden evrimciler, Kambriyen kayalarında omurgalılara ait bir kalıntı olmamasını uzun yıllar bir propaganda malzemesi olarak kullanmışlardı. Evrimci paleontolog Stephen J. Gould’un da kabul ettiği gibi, Darwinist ders kitapları, Kambriyen’de omurgalılara ait herhangi bir kanıt bulunmamış olmasını, özellikle ön plana çıkarıp vurgulamışlardı. Bunu Kambriyen kayalarının sözde Darwin’in evrim teorisini doğrular bir özelliği olarak lanse etmeye çalışmışlardı. Evrimciler, omurgalıların evrimi senaryolarında bir Kambriyen kordalısı olan Pikaia’nın tüm omurgalıların atası olduğunu ileri sürmüşlerdi.
Ancak bu iddialarının geçersiz olduğunu kısa süre içinde gördüler.
Çin’deki Kambriyen yataklarında sürdürülen kazı çalışmaları, evrimcilerin omurgalılarla ilgili hikayelerini altüst eden sonuçlar ortaya koymuştur. Nanjing Paleontoloji ve Jeoloji Enstitüsü profesörü Jun-Yuan Chen ve ekibince bu kazılarda ortaya çıkarılan Haikouellaisimli kordalı; beyin, kalp ve damar sistemi, solungaçlar, notokord ve gelişmiş bir kas yapısına ve muhtemelen bir çift göze sahiptir. Bilim yazarı Fred Heeren, Haikouella bulgusunun, Pikaia ile ilgili evrimci beklentilerin tam zıddı sonuçlar ortaya koyduğunu şöyle anlatır:
Biyolog [Chen] Orta Kambriyen döneminden olan ve daha önceleri dünyanın en eski kordalısı konumuna yükseltilenPikaia isimli canlının, ilkel bir atası olabilecek bir canlı görmeyi umuyordu. Ancak Chen, Pikaia‘nın daha az kompleks bir ataya sahip olduğuna kanıt bulmadı, bunun yerine birçok omurgalı karakteristiği sergileyen ve 15 milyon yıl daha yaşlı olan bir kordalı buldu.82

Pikaia
Evrimciler böylece on yıllar boyu ders kitaplarında omurgalıların atası olarak lanse ettikleriPikaia‘dan vazgeçmek zorunda kalmışlardır. Çünkü ilk kordalının, çok gelişmiş bir anatomiye sahip olması, üstelik Pikaia‘dan on beş milyon yıl önce yaşamış olması, evrim teorisinin iddialarını altüst eden bir gerçek olarak karşılarına çıkmıştır. Böylece omurgalıların evrimi senaryosu, bu grubun hayali atasının devre dışı kalmasıyla darbe almıştır. Ancak asıl darbe, Kambriyen döneminde omurgalıların da yaşamış olduğunu gösteren bulgularla gelmiştir.
Söz konusu bulgular, Çin’in Yunnan bölgesinin başkenti olan Kunming yakınlarında Haikou’da bulunan 530 milyon yıl öncesine ait fosilleşmiş bir balığın kalıntılarıydı. Bu kalıntılar, evrimci bilim adamları için gerçek anlamda bir şoktu. Çinli, İngiliz, Fransız ve Japon bilim adamlarının araştırmaları, bu canlının bir omurgalıya ait olduğunu gösteriyordu. Canlının kafası ve omurgası ile ilgili tüm ayrıntılar, fosil kalıntılarından görülebiliyordu. Kafasından çıkan küçük loblar şeklindeki uzantılar, gözler ve muhtemel burunla ilgili keseler, canlının özellikleri ile ilgili çok detaylı bilgiler verebiliyordu.83 Omurgalı özelliği olarak ortaya çıkan pek çok detay, bilim adamlarının tam karşısındaydı. Üstelik de 530 milyon yıl öncesine ait bir fosil örneği üzerinde.84
Bu balığın ismi, Haikouichthy‘dir. Bilim adamları, söz konusu canlının solungaçları ve miyotomlar adı verilen kaslarının diziliş özellikleri nedeniyle tam olarak bir balık olduğunda hemfikirdirler. Çünkü bu özellikler yalnızca balıklara has özelliklerdir.85 Üstelik,Haikouichthy Kambriyen’e ait tek balık fosili değildir. Chengjiang’da Myllokunmingia isimli bir başka balık fosili de ele geçirilmiştir.85 Paris’teki Ulusal Doğa Tarihi Müzesi’nden paleontolog Philippe Janvier bunların “kesinlikle omurgalı” olduğunu belirtmekte ve önemlerini şöyle anlatmaktadır:
Bunlar önemli çünkü şu ana kadar omurgalılar yaşamın Big Bang’i dediğimiz, fosil kayıtlarında tüm ana hayvan gruplarının aniden ortaya çıktığı eski ama büyük Kambriyen patlamasında noksandılar. Kesinlikle diyebiliriz ki, bunlar omurgalılardır.86
Evrim teorisi canlıların kademeli bir gelişim ile ortaya çıktığını, dolayısıyla canlılardaki kompleks yapıların ancak hayali evrim sürecinin sonlarında ortaya çıkmasının bekleneceğini iddia eder. Kambriyen kordalısı Haikouella ile Kambriyen balıkları Haikouichthy veMyllokunmingia, bu açıdan evrim teorisi için çok büyük problem oluşturmuşlardır. Çünkü bu canlılar, kordalıların evrimi senaryosu için gerekli zamandan 15, balıkların evrimi senaryosundan ise tam 50 milyon yıl “eksiltmiş”lerdir. Böylece evrimsel senaryoların başlangıç zamanı, hayvanların ani ortaya çıkış zamanına gelip dayanmış, bu canlıların evrimleştiği öne sürülebilecek süreç sıfırlanmıştır.
Bu keşifler, elbette evrimci çevrelerde büyük bir şaşkınlık yaratmıştır. Omurgalıların Kambriyen döneminde ani ortaya çıkışlarının açıklanması gerekmektedir. Ve bu durum, onlar için zaten soru işaretleriyle dolu olan Kambriyen dönemi problemine eklenmiş belki de en büyük sorunlardandır. Artık evrimcilerin büyük bir kısmı, şimdiye kadar iddia ettikleri omurgalıların kökeni senaryolarını, yavaş yavaş bir kenara bırakmak ve bu konuda cevapsız olduklarını kabul etmek zorunda kalmışlardır.

Fosillerin Ortaya Çıkardığı Gerçek
Kambriyen kayalıkları, araştırıldıkları süre boyunca sürekli olarak yeni yapıların özelliklerini sundular. Bildiğimiz canlı çeşitliliğini zenginleştiren ve “ortak ata” gibi dayanaksız iddiaları tümüyle ortadan kaldıran önemli örnekler ortaya koydular. Kambriyen canlılarının nasıl ortaya çıktıklarına dair açıklama arayan evrimciler için, görünümleri ve yaşam şekilleri daha önceden hiçbir şekilde bilinmeyen bu canlıların varlığı çok büyük bir zorluk olarak karşılarına çıktı.

John Maynard Smith
Bu çeşitliliğin sınırlarını, evrimci John Maynard Smith kitabında şu şekilde açıklamıştır:
Burgess Shale fosilleri yaklaşık 50 yıldır biliniyordu. Ama son zamanlarda tekrar incelendiler. Kambriyen devrinde çok çeşitli formların bulunduğu ve bunların bazılarının günümüzde var olan her şeyden farklı olarak tamamen temel vücut yapıları ile birbirlerinden ayrıldıkları, bugün açık bir gerçektir. Aynı zamanda, şu anda var olan tüm yapılar, küçük istisnalar dışında Kambriyen’de tam olarak bulunmaktadır.87
American Museum of Natural History (Amerikan Doğa Tarihi Müzesi) paleontologlarından evrimci Niles Eldredge ise, bu mükemmel çeşitliliği şu sözlerle ifade etmiş ve olayın olağanüstülüğünü itiraf etmek zorunda kalmıştır:
(Ediacaran döneminden) Sonra patlama gibi bir şey meydana geliyor. Yaklaşık altı yüz milyon yıl önce başlıyor ve on ila on beş milyon yıl boyunca devam ediyor. Günümüz denizlerinde hala varlıklarını koruyan hayvanların en önemli türlerinin ilk bilinen temsilcileri, ani bir şekilde ortaya çıkıyorlar. Bu daha çok, kayalardan alınan kayıtlarda grafiksel olarak ortaya çıkan süresi uzamış bir olaydır: Dünya’nın her yerinde, aşağı yukarı aynı zamanda, kayaların kalın sıralarında, kolaylıkla tespit edilebilen fosillerin, kabuklu omurgasızların, mükemmel çeşitlerinin bulunduğu tortullarla sarılmış bir şekilde. Bunlar; trilobitler, brachiopod’lar (duyargalarına yakın kabukları bulunan omurgasız), yumuşakçalar. Modern okyanuslarda gördüğümüz sert kabuklu omurgasızların tüm tipik formları… altı yüz milyon yıl önceki denizlerde bulunuyorlardı.
Tartışmasız, sizin İlahınız gerçekten birdir. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir, doğuların da Rabbidir.
(Saffat Suresi,4-5)
Eldredge, bunun evrime bir delil getirmektense, yaratılış lehinde bir keşif olduğunu belirttikten sonra sözlerine şöyle devam eder:
Gerçekten de, jeologların, Kambriyen döneminin başı olarak niteledikleri çok çeşitli, çok iyi korunmuş haldeki fosil türlerinin aniden ortaya çıkışları, etkileyici entelektüel bir meydan okumadır.88
18 Ekim 1997 tarihli New Scientist dergisindeki yazısında Bob Holmes da Kambriyen gerçeğini şu şekilde tasvir etmiştir:

Sayısız Kambriyen canlısının fosillerinin bulunduğu Kanada’daki Burgess Shale faunası.
Camdan gökdelenler, gotik katedraller, Kral George dönemi teraslar, Şinto ibadethaneleri, Victoria tarzı tren istasyonları, Bauhaus’lar, eskimo evleri, Tudor dönemi modelleri… Bütün bu insan hünerleri olan mimari tarzların, 15. yüzyılın ortalarında 35 yıllık bir zaman içinde tasarlandıklarını hayal edin. Günümüz tarihçilerinin, engin yaratıcılık penceresini neyin başardığını anlayabilmek için nasıl büyük bir heves içinde birbirlerini ezip geçtiklerini düşünün. Bu, genel anlamda paleontologların Kambriyen patlaması ile ilgili olarak hissettikleri şeydir.
Sadece 35 milyon yıl içinde, evrim için bir göz kırpması kadar sayılacak bir zamanda, hayvan yaşamı, gezegenin daha önce gördüğü ve ondan beri görebileceği her şeyi gölgede bırakan bir keşfin meydana geldiği patlama ile ortaya çıkmıştır.89
“Gezegenin görüp görebileceği keşif” tanımlaması gerçekten de Kambriyen patlaması için oldukça uygundur. Çünkü yeryüzündeki en kompleks varlık alemi olan “canlı dünyası”, bu kompleksliğin sayısız özelliğini bir sanat eseri şeklinde sergileyerek aniden ortaya çıkmıştır. Kambriyen patlaması, hiçbir canlının (bazı bakteriler ve diğer tek hücreliler dışında) var olmadığı bir zamanda her şeyin aniden ortaya çıktığı bir andır. Ve ortaya çıkan eserler, kuşkusuz tarihi binalarla, dev gökdelenlerle kıyaslanmayacak kadar olağanüstüdür. Bu olağanüstü çeşitlilik elbette Darwinistlerin iddia ettiği gibi şuursuz tesadüflerin ürünü değildir. Bunların her biri Yaratıcımız olan Allah’ın kusursuz yaratışının örnekleridir:
Allah… O’ndan başka İlah yoktur. Diridir, kaimdir. O’nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun Katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O’na güç gelmez. O, pek Yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)
Onlar, göklerin ve yerin ‘bağımlı olduğu egemenliğe ve sünnete’ (melekût) Allah’ın yarattığı şeylere ve ihtimal (verip) ecellerinin pek yaklaştığına bakmıyorlar mı? Bundan sonra onlar artık hangi söze inanacaklar?
(Araf Suresi, 185)

,Kompleks Sistem NedirKompleks Sistem Nedir?
İlk olarak Kambriyen canlılarında ortaya çıkan göz, duyarga, ayak, ağız, mide gibi kompleks organlar, aynı zamanda birer kompleks sistemdirler. Canlıların ayrılmaz bir parçası olan kompleks sistemler, temel birtakım özellikler sergilemektedirler.
Kompleks sistemin ise anlamı şudur: Kompleks sistem, birbiriyle ilişki halinde olan çok sayıda küçük parçadan meydana gelir. Aynı zamanda bu sistem, çevresindeki yapılarla da sürekli olarak alışveriş içindedir. Kompleks sistemi meydana getiren parçalar, birbirleriyle sürekli bir ilişki halindedirler ve kompleks sistemin işlev görebilmesi için tek bir parçanın çalışması yeterli değildir. Tüm parçalar bu uyumun ve karşılıklı ilişkinin gerektirdiği şekilde aynı anda, en kusursuz şekilde görevini yapmak zorundadır.
Kompleks yapıya “göz”ü örnek verebiliriz: Göz, pek çok alt parçadan meydana gelmektedir. Bu parçaların her biri birbiriyle bağlantı halindedir. Gözün alt parçaları, görme işlevini yerine getirecek özelliklere sahip değildirler. Gözün görebilmesi için, tüm parçaların aynı anda aynı kusursuz şekilde üstlendikleri görevleri yerine getirmeleri gerekmektedir.

Göz, pek çok alt parçadan meydana gelmiştir. Gözün görebilmesi için, her parçanın aynı anda, bir arada çalışması gerekir. Göz, bu özelliğiyle “kompleks bir sistemdir”. Kambriyen canlılarının bedenleri de, benzer niteliklere sahip olduklarından, kompleks sistem özelliği gösterirler. Yaklaşık 530 milyon yıl öncesine ait kompleks sistemlerin varlığı ise, evrim teorisi için büyük bir yıkımdır. Kambriyen canlıları, bir kez daha yaratılış gerçeğini ilan etmiştir.
“Göz” örneği üzerinden tanıtmaya çalıştığımız komplekslik, yaşam formlarının tek bir hücresinde hatta hücrenin bir proteini kadar temel seviyesinde dahi kendini gösterir. Ve bu gerçek, Darwinizm’in “tesadüfe dayalı küçük değişimler” iddiasının önündeki en büyük engeldir. Çünkü bilindiği gibi rastlantısal etkiler daima yıkıcıdır. Kompleks bir sisteme isabet eden herhangi bir rastlantısal mutasyon, onun tek bir parçasını bile bozulmaya uğratsa, sistem tam anlamıyla çökecektir. Dolayısıyla bu etki, gözün tüm sistemine etki edecektir. Bir radyoya isabet eden aşırı akım onu bozacaktır. Akıl sahibi hiç kimse bunun radyoyu bir televizyona dönüştürmesini beklemez. Dolayısıyla bir göze isabet eden rastlantısal etki de, onu kaçınılmaz olarak bozulmaya uğratacaktır. Burada şu gerçeği hatırlatmakta fayda vardır: Rastlantı olarak nitelendirilen olayları yaratan da Allah’tır. Dolayısıyla gerçekleşen olay, Allah’ın kaderde belirlemiş olduğu, planlı bir olaydır. Ancak bazı insanlar bunu “rastlantı” şeklinde yorumlarlar. Rastlantı diye adlandırılan şey, Allah’tan bağımsız bir şey değildir. Örneğin bir tomar kağıdı yere fırlattığımızda her bir kağıt rastlantısal olarak belirli bir yere düşecektir. Olay rastlantı olarak adlandırılır ama aslında her bir kağıdın düştüğü yer Allah’ın Katında bellidir. Herhangi bir tesadüfi mutasyonun gelişimi de rastlantısal olarak adlandırılır. Ama bu mutasyonu da, onun olumsuz etkisini de yaratan Allah’tır. Kompleks sistemler, rastlantısal etkiler sonucunda yıkıma uğramaya mahkumdurlar. Darwinist filozof Daniel C. Dennett, bunu şu şekilde kabul ve ifade eder:
Milyarlarca hücreden meydana geliriz ve tek bir insan hücresi kendi içinde, mühendislerin üretme kapasitesinin çok ötesinde kompleks mekanizmalara sahiptir.90
Sahip olduğumuz her bir hücre, mühendislerin üretme kapasitesinin çok ötesinde kompleks mekanizmalara sahiptir. Kambriyen canlıları ise, çeşitli işlevler gören, bir çok kompleks hücrenin oluşturduğu, kompleks varlıklardır. Canlı tarihinin daha ilk başında ortaya çıkmaları ise, evrim teorisini geçersiz kılmaktadır.

Bir canlı sistemi, bir saatle kıyaslanmayacak kadar büyük bir komplekslik içerir. Buna rağmen, saat gibi mekanik bir sistemde bile tesadüfi bir değişim, onu işlevsiz hale getirecektir. Böyle bir etkinin, bir canlı organizmada nasıl köklü yıkımlar gerçekleştireceği ise çok açıktır.
Dolayısıyla biyolojik kompleks sistemler tesadüfi değişimler değilancak Allah’ın yaratması ile ortaya çıkabilir. Moleküler biyolog Michael Denton bir saati örnek vererek bu durumu şöyle izah eder:
Bir saat veya canlı sistem gibi kompleks yapılarda, tüm alt birimler hassas bir şekilde birbirleriyle bütünleşmiş durumdadır. Böyle sistemlerde değişiklik meydana getirmek komplekstir, çünkü her bir alt birim, diğer tüm işlevsel alt birimlerle uyumlu olmak zorundadır. Herhangi bir önemsiz değişikliğin, birbiriyle etkileşim halinde olan birçok alt sistemde, bilinçli olarak yönlendirilmiş, telafi edici değişimler gerektirmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla, birbirinden bağımsız değişiklikler yoluyla yönlendirilmemiş evrimin, bir canlı organizma kadar kompleks bir sistemde, nasıl köklü bir yeniden-tasarım üretebileceğini anlamak zordur. Virüslerden memelilere kadar, canlılarda köklü değişimler yapılmasına önemli bir engel, bu entegre kompleksliktir.91
“Kompleks sistemi oluşturan alt birimlerin, birbirleriyle hassas bir şekilde bütünleşmiş oldukları” gerçeği, günümüzde olduğu gibi, hayvanların tarihinin en erken döneminde aynen karşımıza çıkmaktadır.

İlk Kompleks Canlılar
Darwinist teori açısından bakıldığında, Kambriyen dönemi, sergilediği biyolojik komplekslik seviyesi için fazlasıyla “erken” bir dönemdir. Çünkü Darwinist teorinin iddiası, canlıların sahip oldukları kompleks yapıları, uzun zaman dilimlerinde, kademeli olarak kazandıkları şeklindedir. Buna göre yaşam formları, hayali evrimsel tarihlerinin başında “ilkel” özelliklere sahip olmalı, kompleks özellikler ancak uzun bir evrim sürecinden sonra kazanılmış olmalıdır.
Allah’ın, gökte ve yerde olanların hepsini bilmekte olduğunu bilmiyor musun? Gerçekten bunlar bir kitaptadır. Hiç şüphesiz bunlar(ı bilmek), Allah için pek kolaydır. (Saffat Suresi, 22)
Oysa hayvanların tarihi, bunun tam tersi bir tablo ortaya koymaktadır. İlk hayvanlar, günümüz hayvanlarıyla aynı beden yapısını; göz, duyarga, ayak, ağız, mide gibi kompleks organları paylaşmaktadırlar. Dolayısıyla “komplekslik”, hayvanların tarihinde “geç” değil, “erken” gelen bir özelliktir. Daha doğru bir deyişle, en başlangıçta vardır. Kuşkusuz bu, Darwinistler adına büyük bir bilmecedir. Marshall Kay ve Edwin H. Colbert isimli evrimci araştırmacılar, bu konunun son derece kafa karıştırıcı olduğunu şu sözlerle ifade etmişlerdir:
Trilobitler gibi arthropodların kompleks formlarını da içeren ilk Kambriyen’de, çeşitli organizmaların başlangıcı şaşırtıcıdır… Eğer bu canlılar basit olsalardı, kayıtlarda fazla miktarlarda organizmaların belirmesi şaşırtıcı olmayacaktı. Neden bu tür kompleks organik formlar 600 milyon yıl önceki kayalarda bulunuyorlar ve sonra yok oluyorlar veya iki milyar yıl öncesine ait kayıtlarda farkına varılmıyorlar?.. Eğer hayatın evrimi gerçekleştiyse, Kambriyen’den daha eski kayaların içinde olması gereken fosillerin yokluğu kafa karıştırıcıdır.92
Bu evrimci araştırmacıların “bilmece” kavramına sığınarak örtbas etmeye çalıştıkları gerçek şudur: Tüm bu organların, günümüzden yüz milyonlarca yıl önce, “bir anda” ortaya çıkması, Darwinizm’i başlı başına geçersiz kılmaktadır. Erken kompleksliklerin Darwinizm’e etkisinin neden böyle yıkıcı olduğunu göstermesi açısından Kambriyen ekosistemlerindeki komplekslikleri örneklendirmek, bunları Kambriyen öncesi komplekslikle karşılaştırmak ve erken kompleks canlılardan trilobiti ve onun sahip olduğu mükemmel gözü tanıtmak faydalı olacaktır.

Kambriyenin Ekolojisi ve Aniden Ortaya Çıkan “Avcılar”

Kambriyen’de ortaya çıkan canlıların sahip oldukları kompleks donanımlar, onların aynı zamanda birer avcı olduklarını göstermektedir.
Kambriyen canlılarının en göze çarpan özelliklerinden birisi, kompleks bir av-avcı ilişkisi sergilemeleri, gelişmiş saldırı ve savunma organlarına sahip olmalarıdır. Kambriyen öncesinde bu gibi yapılardan eser bulunmadığı halde Kambriyen canlılarının böylesine gelişmiş silahlarla donatılmış olmaları, komplekslikte ani ve kapsamlı bir gelişme anlamına gelmektedir.
Kambriyen canlılarının donanmış oldukları savunma sistemleri Kambriyen ekosisteminin çok gelişmiş olduğunu ortaya koymaktadır. Bristol Üniversitesi’nden paleontolog Derek E.G. Briggs, Kambriyen canlılarındanAnomalocarid‘in kompleks sistemlerine atıfta bulunarak konu hakkında şu yorumu yapmaktadır:
Anomalocarid gibi canlılar, erken Kambriyen’de dahi çok gelişmiş, büyük, iyi uyum sağlamış avcılar bulunduğunun belirtisi. Bu da Kambriyen ekosistemlerinin günümüzde gördüklerinizden o kadar farklı olmadığını gösteriyor. Yaşam alanlarını farklı organizmalar dolduruyordu ama bunların yapılanması aynıydı.93
Nanjing Jeoloji ve Paleontoloji Enstitüsü’nden Jun-yuan Chen ise benzer bir değerlendirmesinde, hızla ortaya çıkıp büyüyen Kambriyen ekolojisinin günümüzdeki gibi gelişmiş olduğunu ifade etmiştir:
[Kambriyen'de] Oldukça gelişmiş seviyede bir ekosistem vardı. Besin zinciri günümüzde olduğu kadar karmaşıktı.94
Kambriyen’de aniden ortaya çıkan bu “avcılar”, kademeli gelişim anlayışına dayalı Darwinizm’le çok açık bir çelişki ortaya koymaktadır. Kademeli gelişim ve sayısız ara-geçiş formu varsayımlarını esas alan Darwinizm, fosil kayıtlarında çoğu canlının eksik, kusurlu, işlevsiz biyolojik yapılara sahip olmasını, Kambriyen’deki kompleks saldırı ve savunma sistemlerinin işe yaramayan, yarım kalıntılarının bulunmasını gerektirir. Oysa bu canlılar tam fonksiyonel ve eksiksiz yapıdaki donanımlarıyla “aniden” yaratılmışlardır. Evrimci yazar Richard Monastersky, kademeli gelişim varsayımlarının bu konuda nasıl boşa çıktığını şöyle açıklamaktadır:
Başlangıçta insanlar Kambriyen’i, ekosistemlerin gelişiminde erken bir aşama olarak değerlendirdiler. Yırtıcılığın çok iyi gelişmiş bir strateji olmayacağı tahmin ediliyordu. Bu teoriye göre en erken yırtıcılar, nispeten basit canlılar olarak başlayıp, daha sonraları milyonlarca yıllık bir süreçte daha gelişmiş özellikler evrimleştiren canlılar olacaktı. Yırtıcılar, saldırı silahlarına ilaveler yaptıkça, avlar da gelişmiş savunma sistemleri geliştirecekti. Ancak fosiller, silahlanma savaşının, Kambriyen patlamasında neredeyse bir gecede hızlandığını gösteriyor. Chengjang faunasında, geniş çeşitlilikte, koruyucu zırhlar sergileyen, sert kabuklu ve uzun omurgalı canlılar büyük artış göstermişti. Benzer şekilde Anomalocarid, bir dizi, müthiş beslenme araçlarıyla sahnede yerini almıştı.95
Kambriyen faunası, ortaya koyduğu komplekslikle evrim teorisinin iddialarını kesin ve net bir şekilde çürütmüştür. Çünkü evrim teorisi, tür seviyesinde olduğu gibi, faunalarda da basitten komplekse doğru gelişim gerektirmektedir. Milyonlarca yıl önce yaşamış canlıların faunalarını keşfeden paleontologların, bunları canlıların birbirleriyle ve çevreleriyle olan ilişkileri açısından basitten komplekse doğru dizebilmeleri, iddia edilen evrimi delillendirebilmeleri gerekmektedir. Ancak  Darwinizm, böyle bir evrimin varlığına dair tek bir delil bile getirememiştir.
Kambriyen faunası gibi kompleks bir fauna, jeolojik katmanlar boyunca alttan üste doğru sıralanmış daha basit faunaların ardından değil, özgün ve izole olarak ortaya çıkmıştır. Bir insanın tüm bu gerçekler karşısında akılcı ve dürüst olarak söyleyebileceği tek şey, Kambriyen faunasını tüm kompleksliğiyle Yüce Allah’ın yaratmış olduğudur.

Genomik komplekslik
Kambriyen döneminde aniden ortaya çıkan anatomik komplekslikler, canlıların DNA’sındaki genetik bilgi seviyesinde de bir patlama anlamına gelmektedir. Prekambriyen’de var olan tek hücreli bir ökaryot, bir çekirdek ve birçok organelle kendi içinde çok özelleşmiş, kompleks bir yapıdır.96 Ancak yine de tek hücreli ökaryot, nihayet tek bir tip hücreyi temsil etmektedir. Trilobit veya yumuşakçada ise, sayısı düzinelerle ifade edilen özel dokular vardır ve bunlar özelleşmiş hücre tiplerinden meydana gelir. Kambriyen filumlarında ortaya çıkan bazı canlıların günümüzdeki örneklerine bakarak, bunların tipik olarak 40 ila 60 arasında değişen sayıda hücre tipi barındırdıklarını söylemek mümkündür.97
Yeni hücre tipleri ise birçok yeni ve özelleşmiş proteinin varlığını gerektirir. Örneğin bir bağırsağın yüzeyinde yer alan ve sindirim enzimi salgılayan bir hücre -minimum gereklilikler olarak- şeklini değiştirebilecek yapısal proteinlere, sindirim enziminin salgılanmasını kontrol eden düzenleyici enzimlere ve sindirim enziminin kendisine ihtiyaç duyar.98 Yeni proteinler ise DNA’da kodlanmış yeni genetik bilgi gerektirirler. O halde hücre tiplerinin sayısında bir artış, özelleşmiş genetik bilgide önemli derecede artış anlamına gelmektedir. Bir organizmanın, sahip olmadığı bir proteini üretecek bir geni tesadüfen kazanması ise matematiksel olarak imkansızdır. Evrimci bir biyolog olan Frank Salisbury bu imkansızlıkla ilgili olarak şunları söyler:
Orta büyüklükteki bir protein molekülü, yaklaşık 300 amino asit içerir. Bunu kontrol eden DNA zincirinde ise, yaklaşık 1000 nükleotid bulunacaktır. Bir DNA zincirinde dört çeşit nükleotid bulunduğu hatırlanırsa, 1000 nükleotidlik bir dizi, 41000 farklı şekilde olabilecektir. Küçük bir logaritma hesabıyla bulunan bu rakam ise, aklın kavrama sınırının çok ötesindedir.99
Moleküler biyologlar, tek hücreli bir organizmanın, yaşamının devamı için ihtiyaç duyduğu proteinleri üretebilmek için en az 300 ila 500 gen (yaklaşık 318.000 ila 562.000 nükleotid) taşıması gerektiğini tahmin etmektedirler.100 Daha kompleks tek hücreliler, 1 milyon nükleotid gerektirirler. Ancak kompleks bir hayvanın yaşamını devam ettirmesi, bundan binlerce kez daha fazla miktarda kodlanmış talimat gerektirir. Örneğin bir meyve sineği olan Drosophilia melanogaster‘in genomunda 120 milyon kadar nükleotid bulunmaktadır. Dolayısıyla tek hücreliden çok hücreliye geçiş, komplekslikte veya bilgi içeriğinde önemli miktarda artış gerektirir.
Örneğin kompleks bilgisayar yazılımları binlerce kişi tarafından yazılmış ve test edilmiş ürünlerdir. Çok hücrelilerdeki genomik komplekslik, insanoğlunun ürettiği herhangi bir yazılımdan çok daha komplekstir. Kuşkusuz en ileri teknolojilerle dahi üretilmesi mümkün olmayan bir yazılımın, günümüzden 530 milyon yıl kadar önce, Kambriyen canlılarının DNA’sında “aniden” belirmesi hiçbir tesadüfle açıklanamaz. Bunu iddia etmek, insanoğlunun ulaştığı en ileri bilgisayar teknlojilerinin bir hurdalığa isabet eden yıldırımla ortaya çıkabileceğini iddia etmek gibi olur. Yani “saçmalamak” anlamına gelir. Dolayısıyla Kambriyen canlılarının kökeni konusunda, tesadüf iddiasına ve amaçsız doğa olaylarına başvurmak tamamen akıl dışıdır.
Bir bilgisayar yazılımı, daima onu meydana getiren bilinçli bir sebebin yani bir bilgisayar mühendisinin varlığını gerektir. Kambriyen canlılarının en gelişmiş bilgisayar yazılımlarının dahi erişemediği kompleksliğinin de ancak üstün akıl sahibi bir Yaratıcı’nın varlığıyla açıklanabilir olduğu kesin bir gerçektir. Hiç şüphesiz Kambriyen canlılarının genomik kompleksliği tesadüflerle var olmamış, tüm bunları alemlerin Rabbi olan Yüce Allah yaratmıştır.
De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kimindir?” De ki: “Allah’ındır.” O, rahmeti Kendi üzerine yazdı. Sizi kendisinde şüphe olmayan kıyamet gününde elbette toplayacaktır. Nefislerini hüsrana uğratanlar, işte onlar inanmayanlardır.
(Enam Suresi, 12)
Sana, hilalleri (doğuş halindeki ayları) sorarlar. De ki: “O, insanlar ve hacc için belirlenmiş vakitlerdir. İyilik (birr), evlere arkalarından gelmeniz değildir, ama iyilik sakınan(ın tutumudur). Evlere kapılarından girin. Allah’tan sakının, umulur ki kurtuluşa erersiniz. Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez.
(Bakara Suresi, 189-190)

Kusursuz Bir Kambriyen Canlısı: Trilobit
Stephen Jay Gould, onu, “herkesin en gözde omurgasız fosili” olarak adlandırmıştı.101 Çünkü trilobit, en iyi korunmuş, mükemmel bir görünüme ve müthiş bir kompleksliğe sahip deniz kabukluları sınıfından, özel bir canlı idi. 530 milyon yıl öncesinin sessiz Dünyası’nda, çok sayıda mercekten oluşan gözleri ile, görüp avlanabilen mükemmel yapısı ile, rahatlıkla yüzüp beslenebilen olağanüstü bir keşifti. Darwin’in ve sonraki yıllarda Darwin destekçilerinin en büyük hayal kırıklıklarından, içinden çıkmaları gereken en büyük problemlerden biriydi.
Şu bir gerçektir ki, daha önce de genel hatlarıyla bahsettiğimiz gibi, istisnalar dışında yumuşak dokular kaybolmaya mahkumdur. Çünkü dokular, etrafta bulunan avcıların yemeğidir. Bakteriler ise her yerde çürüyen dokulara karşı hazır bekleyen avcılardır. Yaşam boyunca bu organik moleküllerle beslenirler.102
Bizler, işte bu nedenle soyu tükenmiş bir canlının nasıl yaşadığını, hangi organı nasıl ve ne için kullandığını, iç organlarının nasıl bir yapısı olduğunu tam olarak bilemeyiz. Onları tanımamıza, genel anlamda nasıl bir sisteme sahip olduklarını anlamamıza yetecek kadar bilgiyi sağlayan, ancak fosillerin bizlere bıraktıkları izlerdir.
Fakat Kambriyen canlıları söz konusu olduğunda, durum değişir. Bu canlılar, yumuşak dokularının büyük bir çoğunluğu ile o kadar iyi korunmuşlardır ki, geride bıraktıkları kalıntılardan, nasıl yaşadıklarını, nasıl beslendiklerini, avcı olup olmadıklarını, hızlı yüzüp yüzmediklerini bilmek mümkündür. Trilobitler ise, dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşamış, Kambriyen döneminin en fazla iz bırakan canlılarıdır. İşte bu nedenle, örnekleri bir araya getirerek, bu canlıların özelliklerini detaylı olarak belirlemek mümkün olmuştur.
Trilobitin fiziksel özelliklerini genel hatlarıyla şöyle özetleyebiliriz: Trilobitler, arthropoda filumunun alt filumunu oluştururlar ve göğüs bölümleri üç parçadan oluşan eklem bacaklılardır. (Trilobit ismi de bu yapılarından gelmektedir). Bedenlerinde, hem kafalarını hem göğüslerini kaplayan ve keratinden meydana gelen bir kabuk bulunur. Bu canlıların özellikleri, günümüz eklem bacaklıları gibi, kabuklarını değiştirerek gelişmeleridir. Kambriyen fosillerinin yarısından çoğu trilobitlere aittir. Kabuklu canlılar olmaları dolayısıyla fosilleri iyi korunmuştur. Trilobitler detaylı bir beden yapısına, hassas bir sinir sistemine ve birleşik gözlere sahiptirler. Tüm bu özellikleri, kusursuz gelişmiş halleri ile, Kambriyen patlamasının başlarında benzer kompleksliğe sahip birçok diğer filumla birlikte ortaya çıkmıştır.
Trilobitin en uzun bölgesi, kafası ile karın bölgesi arasındaki kısımdır. Bu bölge, çeşitli parçalı bölümlerden oluşmaktadır. Bu bölümlerin tümü birbiriyle bağlantılıdır. Her biri diğerine önden ve arkadan küçük menteşe tarzı bağlarla bağlanmıştır. Dışarıdan bakıldığında bir tren görünümü oluşturmaktadır.
Bu parçalar, birbirlerine bağlanmış eklemlerdir. Arka kısımları denizin dip kısımlarında oturur vaziyette olsa da bu canlılar, özel eklemler sayesinde kıvrılarak yukarı doğru kalkabilirler. Trilobit, raylara ihtiyacı olmayan bir tren gibi engeller üzerinde hareket edebilir, bükülebilir, dilediği tarafa dönebilir.103
Kuyruğa yakından bakınca, bunun da parçalardan oluştuğu anlaşılır. Ama bu parçalar açıkça görünmemektedir. Birbirlerine tam olarak kaynaşmış durumdadırlar. Bazı trilobitlerde, kuyruk kısmı kafa kısmından daha uzundur ve pek çok bölme içerir.104

Trilobiti oluşturan her bölmeden çift halinde uzantılar çıkmıştır. Eklemli bacaklar, üç parçadan oluşan bronşiyel uzantılar ve iç organların bulunduğu parçalı yapı, canlının gövde kısmını oluşturur. Canlının kompleks gözlerinin bulunduğu baş kısmında da antenler bulunmaktadır. Bu antenler, dokungaç görevi görmektedirler.
Parçalardan oluşan günümüz canlıları, trilobitlerle benzerlik gösterirler. Böcekler, kabuklular, örümcekler, kırkayaklar, birbiri ardına gelmiş çeşitli parçalardan oluşurlar. Bunlar trilobitlerle başka bir ortak özelliği daha paylaşırlar: Eklemli bacakları. İlk bakışta, bir sineğin bacakları ile bir ıstakozun bacakları arasındaki benzerliği anlamak zordur. Ancak her ikisi de aynı şekilde eklemlidir. Her eklem, bir eksen üzerinde ve kendi ekseninde dönebilir. Eklemli bacaklı canlılar arthropodlar olarak adlandırılırlar ve bu nedenle trilobitlerin de arthropodların bir türü olduğu düşünülmektedir.
Trilobiti oluşturan her bölmeden çift halinde uzantılar çıkmıştır. İç organların oluşturduğu bölüm, canlının genellikle orta kısmında bulunmaktadır. Orta kısma doğru beliren eklemli bacakların dışındaki diğer uzantılar ise üç parçadan oluşan bronşiyel uzantılardır. Yani, tüm arthropodların mutlaka yapmaları gerektiği gibi, nefes almak ve deniz suyundaki oksijenden faydalanabilmek için kullandıkları solungaçlardır.105
Kısa bir süre sonra, trilobitlerin baş kısmından çıkan antenler de keşfedilmiştir. Mercek altında incelendiğinde uca doğru incelen ve yine bölmelerden oluşmuş antenler, arthropod bedeninin en gelişmiş koruyucularıdır. Bu antenler, parmakların ve burnun gerçekleştirdiği görevi yapmakta ve canlının kendi çevresini büyük bir hassaslıkla algılamasını sağlamaktadırlar. Trilobitteki bu yapılar, Kambriyen dönemi öncesi canlılarıyla kıyaslanmayacak derecede komplekstir. Bunlar içinde bir tanesi vardır ki optik fizikçilerinin hayal edebileceği en iyi yapıya sahiptir. Bu yapı, muhteşem bir yaratılış sergileyen trilobit gözüdür.
Arthropoda filumunun en eski eklem bacaklısı olan trilobit, pek çok özelliği ile günümüz canlıları ile benzerlik gösterir. Vücutları çeşitli bölümlerden oluşan böcekler, kabuklular, örümcekler, kırkayaklar, aynı zamanda trilobitlerle eklemli bacakları da paylaşırlar. Komplekslik bakımından trilobit, günümüz canlılarından hiçbir fark göstermemekte, hatta göz yapısı ile bazı canlılardan üstünlük göstermektedir.

530 Milyon Yıllık Hayranlık Uyandırıcı Gözler
İnsan, son derece kompleks bir çift göze sahiptir. Aynı şekilde denizde yüzen, havada uçan, karada yaşayan büyük küçük hemen her hayvan gözlerle donatılmıştır. Bugün baktığımızda, küçük bir sineğin veya bir yengecin, çevresini en iyi şekilde görebilecek gözlere sahip olduğuna şahit olmak şaşırtıcı değildir.
Ama bundan 530 milyon yıl öncesi için gözün varlığı, evrimciler için inanılması zor, olağanüstü bir gerçektir ve şaşkınlık uyandırıcı bir keşiftir. Darwin’in, “aşırı mükemmelliğe ve karmaşıklığa sahip bir organ”106 olarak tanımladığı göz, ona ve onun takipçilerine göre kompleks canlıların bulunmaması gereken bir dönemde, en şaşırtıcı ve kompleks şekli ile vardır. Bu göz, trilobit gözüdür. Trilobit gözü, kompleks yapısı ile birlikte Kambriyen döneminde ortaya çıkan pek çok mükemmel detayı da bilim adamlarına göstermiştir. Trilobit gözündeki en büyük ayrıcalık, “kalkit”tir.
Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah’tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, güneşe, aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O’nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.
( Araf Suresi,54)
Kalkit, yeryüzünde en fazla bulunan minerallerden bir tanesidir. Kireçtaşları kalkitten oluşur ve bunlar  uzun süre ayakta kalan dev binaların hammaddesidir. Piramitlerin, amfitiyatroların ve günümüze kadar ulaşmış tarihi sütunların yapıtaşı kalkittir. İtalya’daki Rönesans kiliselerinin yerleri kalkitten yapılmıştır. Kısacası, tarih boyunca zerafet ve dayanıklılık isteyen hemen her şey için kalkit kullanılmıştır.
Berrak kalkit kristalleri trilobitte, “gözleri” meydana getirmiştir. Bu özellik onları, tüm hayvanlar alemi içinde “eşsiz” yapar.107
Şeffaf kalkitten eğer büyük bir parça kırarsanız, bunun kendi atom yapısı ile bağlantılı olarak bir düzen içinde kırıldığını görürsünüz. Bu, kusursuz bir kristaldir. Elinizde, mineralin düzgün, altı kenarlı büyük bir parçası kalır. Ne bir küp gibi dört kenarlı, ne de dikdörtgendir. Bu kristal, tek bir yönden gelen ışığı içine geçirir. Trilobitlerde, kalkitin bu üstün özelliği “görme” fonksiyonunu yerine getirecek şekilde yaratılmıştır.

Trilobitin gözündeki en büyük ayrıcalık, “kalkit”tir. Piramitlerin, amfitiyatroların ve günümüze kadar ulaşmış tarihi sütunların yapı taşı olan kalkit, bu canlıda petek gözleri oluşturmuştur. Bu özel yapı, trilobitleri tüm canlılar içinde “eşsiz” kılar.
Trilobitteki kalkit yapının onu, tüm diğer canlılar içinde eşsiz kılmasının sebebi ise yeryüzündeki diğer arthropodların genellikle yumuşak gözlere sahip olmasıdır. Trilobitin kalkitten yapılmış gözleri ise canlının vücudunun diğer kısımları ile benzer yapı sergilediğinden, o yapılar gibi varlıklarını korumuşlardır. Şu anda elde edilen tüm trilobit örnekleri, gözlerin mükemmel ve detaylı yapısı hakkında oldukça kapsamlı bilgi vermektedir.
Gözler canlının yanak kısımlarında bulunur ve oldukça fazla sayıda mercekten oluşur.108 Bal peteği tarzındaki mercekler, neredeyse bir yusufçuktaki kadar belirgindir. Daha ilginç olanı, gözler, canlının yan kısmında adeta birleşmiş durumdadırlar.109
Trilobitler, gözlerinde arthropodların bir diğer özelliğini de taşırlar: Birleşik göz yapısı. Bu gözler, göze ait sayısız birim içerir. Her birim bir mercektir. Bunlar, tıpkı sineğin altıgen petek gözleri gibi, tek bir bağımsız mercek gibi görev görürler. Bunların her biri farklı bir görüntü algılar ve bu görüntü bir bütün halinde birleşir. Sineğin petek gözlerinden tek farkı, trilobit merceklerinin kayaları meydana getiren minerallerden oluşmasıdır.110
Bir trilobit gözü, bu küçük, uzun prizma yığınlarından oluşan bir mucizedir. Uzun, yarım daire şeklindeki göz, yüzlerce, hatta binlerce merceğe sahip olabilir. Bunların her biri farklı yönlerdeki görüntüyü algılar. Bazıları öne doğru bakar, bazıları yanlara, bazıları da arkaya doğru bakar. Merceklerin her biri kendileri için belirlenmiş bir alana odaklanırlar. Böylelikle canlı, her yönden gelen tehlikenin farkında olabilir, avlanabilmek için de büyük bir avantaja sahip olur.

Trilobit, günümüz sineklerinin üstte görülen petek gözlerinin yapısına sahiptir. Merceklerin sayısı, kimi trilobitlerde binlercedir. Her bir mercek, odaklandığı bölgenin görüntüsünü algılar. Mercek sayısı ne kadar fazla ise, görüntünün çözünürlüğü de o kadar iyidir. Günümüzden yarım milyar yıl öncesine ait bu mükemmel gözler, kusursuz bir yaratılış harikasıdır.
Ortalama bir trilobit merceği uzun ve incedir. Genişliği milimetrenin on binde biri kadardır ve şekli altıgendir. Özel eğimli geometrisi ile, dışbükey yüzey üzerinde altıgenler mükemmel bir yapı sergilerler. Söz konusu eğimin sağlanabilmesi ve etrafında bazı boşluklar meydana gelebilmesi için, ender olarak farklı şekilli mercekler de bulunmakta ve bu merceklerin sıralarında bazen değişimler de olabilmektedir.111 Trilobit gözünün, günümüz arthropodları ile aynı şekilde işlev gördüğü anlaşılmaktadır.
Her merceğin özel bir alanı seçerek görmesi nedeniyle, trilobit dünyayı küçük görüntüler şeklinde bir mozaik olarak görüyor olmalıdır. Karşısındaki şekil, her mercekten gelen farklı görüntü ile mercekten merceğe değişiyor olmalıdır. Görülen görüntülerin çözünürlüğü de, yine merceklerin sayısına bağlı olmalıdır. Elbette, daha fazla mercek daha iyi görüntü anlamına gelir.
Londra Doğa Tarihi Müzesi paleontologlarından evrimci Richard Fortey, bazı trilobitlerin sahip olduğu olağanüstü sayıdaki merceklerle ilgili olarak şunları söyler:
Kalkıştığım en zor işlerden bir tanesi bir trilobit gözündeki mercekleri saymaktı. Gözlerin farklı açılardan pek çok fotoğrafını çektim ve daha sonra her bir lensi görebilmek için fotoğrafları oldukça büyüttüm. İlk önce ‘bir, iki üç…’ diye saymaya başladım ve sonra bunu 100′ler, 200′ler takip etti. Ancak sorun şu ki, tek bir saniye başka bir yere baksanız veya öksürseniz, nerede olduğunuzu unutuyor ve saymaya tekrar baştan başlıyordunuz, ‘bir, iki, üç…’
Bir daha bir gözdeki merceklerin sayısını saymam gerektiğinde, en iyi aritmetik bilgimi kullanıp sayıyı sadece tahmin edeceğime dair kendi kendime söz verdikten hemen önce ulaştığım sayı üç binden daha fazla idi.112
Üç binden fazla mercek, üç binden fazla farklı görüntünün bu canlıya ulaşması anlamına gelmektedir. Bu da, 530 milyon yıl önce yaşayan bir canlının, göz ve beyin yapısının ne kadar büyük bir kompleksliğe sahip olduğunu ve evrimle hiçbir şekilde meydana gelemeyecek kusursuz bir yapı sergilediğini açıkça göstermektedir. Bu durumu Harvard, Rochester ve Chicago Üniversitelerinden jeoloji profesörü David Raup şu şekilde açıklamıştır:
Trilobitlerin gözü, ancak günümüzün iyi eğitim görmüş ve son derece yetenekli bir optik mühendisi tarafından geliştirilebilecek bir tasarıma sahipti.113

Phacops Trilobitlerinde Sergilenen Üstün Komplekslik
Phacops cinsi trilobitlerin gözünde de çok sayıda mercek bulunur ancak bu merceklerin şekli, altıgen tüp şeklinde değil, misketi andırır şekilde küreseldir. Şeffaf bir misketin içinden bakacak olursanız objeleri orantısız olarak gösteren, ters dönmüş ve bulanık bir görüntüyle karşılaşırsınız. Bunun sebebi, bu küresel yapının içinden geçen ışınların farklı açılarda kırılmasıdır. Dolayısıyla, denebilir ki, misketteki bulanıklık probleminin Phacops‘ta da bulunması beklenebilir. Ama durum hiç de böyle değildir.

Huygens (solda) ve Descartes (sağda)
Washington D.C.’deki Smithsonian Institution’dan Kenneth M. Towe, 1972 yılında Phacops gözlerinin ne denli etkin şekilde çalıştığını gösterdi. Towe bunu, lenslerin içinden görüntü alıp trilobitin görüşünü fotoğrafa yansıtarak başarmıştı. Beklentisinin aksine, son derece net bir görüntüyle karşılaşmıştı. Sanki ortada fizik kurallarını yok sayan bir durum vardı. Gerçek, ancak birkaç yıl sonra anlaşıldı. Trilobit gözleri aslında fizik kurallarını yok saymıyordu. Tam aksine o kurallara dayalı çok akılcı bir plan sayesinde bulanıklığı gideriyordu. Bunun “nasıl” gerçekleştiği konusundaki gizemi çözen isim ise Ricardo Levi-Setti oldu.
Trilobit, Chicago Üniversitesi’nde fizik profesörü ve aynı zamanda bir fosil avcısı olan Levi-Setti için ideal bir araştırma konusuydu. Trilobit fosillerini yakından tanıyan Levi-Setti, fizik bilgisini de kullanarak son derece ilginç bir bilimsel bulguya imza attı. Trilobit lensi, 17. yüzyılda Descartes ve Huygens tarafından yapılan optik konstrüksiyonlara benzer bir yapıya sahipti.114 Levi-Setti, bulgularını Edinburgh Üniversitesi’nden çalışma arkadaşı paleontolog Euan Clarkson’la birlikte yayınladı ve trilobitler üzerindeki araştırmalarını ilerleyen yıllarda kitap haline getirdi.
Descartes, Fransız filozof ve matematikçi; Huygens ise Hollandalı astronom ve fizikçiydi. Her ikisi de ışığın kırılımı ile ilgili fiziksel ve matematiksel çalışmalar gerçekleştirmiş, teleskop lensleri için ışığı en ideal şekilde kırabilecek şekli araştırmışlardı. Bilim adamları bu çalışmalarında, birbirlerinden bağımsız olarak keşfettikleri dört değişkenli iki matematiksel fonksiyon sayesinde daha iyi teleskopların geliştirilmesinde -ve dolayısıyla optik biliminin ileri adım atmasında- önemli rol oynamışlardı. Ancak farkında olmadıkları ilginç bir durum vardı: Onlar optik bilimini bu lenslerle tanıştırmadan yüzmilyonlarca yıl önce, trilobitler aynı matematiksel prensibe dayalı lensleri zaten kullanmaktaydılar.
Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nde omurgasızlar bölümü yöneticisi ve önde gelen paleontolog Niles Eldredge, bu hayret verici durumu şu sözlerle özetlemişti:
Bu lensler, hem toplanan ışığı hem de görüntü oluşumunu düşünülebilecek herhangi bir lensten çok daha etkili kılar. Bu trilobitlerin yeryüzünde yaşamın çok erken dönemlerinde optik fizikçilerinin formüle edebildiği mümkün oyah en iyi lens tasarımına sahip olması karşısında, hayrete düşmemek elde değildir.115
Londra’daki Doğa Tarihi Müzesi’nde araştırmacı ve Oxford Üniversitesi’nde paleobiyoloji profesörü olan Richard Fortey Fallotaspiscinsi trilobitlerin gözüne atıfta bulunarak şunları ifade etmiştir:
İlk trilobitlerin oldukça gelişmiş görme sistemleri olduğunu biliyoruz. Aslında Fas’ta ele geçirilmiş olan Fallotaspis‘in iri gözleri kompleks görüşün en az 540 milyon yıl öncesine, Kambriyen dönemine kadar uzandığını kanıtlamaktadır.116

Problem ve çözümü
Misket gibi küresel bir mercek, ön yüzeyine ulaşan ışınlar farklı mesafeler katettiği, dolayısıyla farklı açılarda kırıldığı için net bir görüntü vermez, bulanıklığa yol açar. Bu problem, trilobit gözünde özel bir ayarlama ile giderilir. Daha önce belirttiğimiz gibi trilobitin göz merceği, bedenini kaplayan kabuğun malzemesiyle aynıdır, yani kalkittendir. Saf durumdaki kalkit kristalleri şeffaftır, ışığı geçirebilir. Trilobitin gözündeki her bir kalkit mercek, şekil olarak “bikonveks”tir. Yani ön ve arka yüzleri dışbükey yapıdadır.
Levi-Setti ve Clarkson, lenslerin dibinde sıra dışı bir durumla karşılaştılar. Her bir lens, aslında iki lensin birleşiminden meydana geliyordu. Üstteki lens malzeme olarak kalkiti, alttaki ise kitini esas alıyordu. Descartes ve Huygens’in matematiksel eğrileri ise, bu iki lensin birleştiği yüzeyi oluşturuyordu. Lensteki bu eğri boyunca magnezyum atomları diziliydi ve bunlar tam da küresel bulanıklığı gidermede gerekli miktarda bulunuyordu. Bu atomlar sayesinde sola doğru her bir bükülme, sağa doğru gerçekleşen bir bükülme ile dengeleniyor böylece başlangıçta farklı açılarda kırılmış ışınların tek bir noktada odaklanması sağlanıyordu. (Bkz. alttaki şekil)
Levi-Setti, ortaya çıkardığı bu olağanüstü özellik karşısında içine düştüğü şaşkınlığı şu sözlerle ifade ediyordu:
Bu optik ikili, ancak insanlar tarafından icat edilmiş bir aletle bağdaştırılabilir, bu yüzden de bunu trilobitte keşfetmek insanı hayrete düşürmektedir. Trilobitlerin böyle aletleri yarım milyar yıl önce geliştirdiklerini ve kullandıklarını düşündüğümüzde hayretimiz daha da artmaktadır. Trilobitin gözündeki iki lens elemanı arasındaki, ışığı kırma etkileşiminin Descartes ve Huygens’in 17. yüzyılın ortalarında çalıştığı optik cihazlara uygun olarak tasarlanması ise konuyu bilim kurgunun sınırlarına taşıyor adeta .117

Olağanüstü hassaslık
Trilobit lensindeki yaratılışın, kalkit ve kitinin kırılma indisleri arasında sağlanan uyum açısından olağanüstü bir hassasiyet de ortaya koyduğu anlaşılmaktadır. (Işığın boşluktaki hızının madde içerisindeki ışık hızına oranına kırılma indisi denir. Örneğin havanın kırılma indisi 1, camın kırılma indisi 1.5, suyun kırılma indisi 1.33, elmasın kırılma indisi 2.42′dir.) Kalkitin kırılma indisi 1.6; bunun altında yer alan kitininki ise 1.53′tür. Huygens ve Descartes’ın lens tasarımları ideal bir gözün yapısını vermekte ve trilobit gözü, bu ideal tasarım ile büyük bir uyum göstermektedir. Ancak Huygens ve Descartes’ın lens tasarımları, sadece tek bir lensin varlığı üzerine yapılmıştır. Trilobit gözünde ise tek bir lens yeterli değildir. Çünkü trilobitin yaşadığı su ortamının kırılma indisi havadakinden farklıdır. Alttaki lensin faydası da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Su ortamına bağlı olarak ortaya çıkan sapma, bu lens tarafından giderilmektedir. Bu durum, söz konusu yapının ne kadar büyük bir komplekslik içerdiğini göstermek açısından oldukça önemlidir. Levi-Setti, trilobit lensinin bu özelliği hakkında şunları yazmıştır:
Aslında lensin ışını odaklandırabilmesi için tek bir kırılma indisi seçeneği vardır. Bu, üstteki lensin (1.66 kırılma indisine sahip) kalkitten, alttakinin ise (1.53 kırılma indisine sahip) kitinden meydana gelmesini gerektirir.
Ayrıca trilobit lensindeki matematiksel çözümün dayandığı birçok kanun ve ilkeler vardır. Levi-Setti bunları şöyle ifade eder:
Trilobitler çok detaylı bir fizik problemini çözmüşlerdi ve görünüşe göre Fermat ilkesi, Abbe’nin Sinüs kanunu, Snell’in ışığın kırılımı kanunları ve iki kırılımlı kristallerin optiği hakkında bilgililerdi.118
Elbette bir hayvanın Levi-Setti’nin yukarıda belirttiği kanunlar, ilkeler hakkında “bilgi sahibi olması” akıl dışı bir iddiadır. Bir trilobitin bir konuda bilgi sahibi olması ve üstelik bu bilgiye göre kendi bedeninde böylesine kusursuz bir yapı meydana getirmesi mümkün değildir. Trilobite bu olağanüstü özellikleri veren tüm canlıların Yaratıcısı olan Allah’tır.

Minimum bulanıklık için Descartes’ın geliştirdiği lens tasarımı (üstte solda), trilobitin gözündeki lenste mevcuttur. (üstte sağda)
Sarı renkle gösterilen ışın demetleri, lense sol taraftan girer ve eğrinin hassas şekli sayesinde maviyle gösterilen lensin sağ tarafında tek bir noktada odaklanır. Descartes’ın lensi tek bir parçadan ibarettir. Trilobitte ise, beyazla gösterilen ek bir (kitin) parça bulunur. Beyaz kısmın mavi kısımla çizdiği sınır boyunca belirli miktarda magnezyum atomu dizili bulunur. Ve bu beyaz kısım, ışınlar, maviyle gösterilen lens parçasından geçer geçmez, bir noktaya yöneltilen ışınların odaklanmasını daha da kolaylaştıran bir rol oynar.
Minimum bulanıklık için Huygens’in geliştirdiği lens tasarımı (yukarıda solda) trilobitin gözündeki lenste mevcuttur. (üstte sağda) Descartes’inkinden farklı bir eğri, aynı görevi görür ve ışınları tek bir noktaya toplar. Trilobitte yine buna ek olarak ikinci bir kitin kısım bulunur. (Beyazla gösterilen)
Buraya kadar anlattığımız gibi, trilobitlerin hem ikili lens yapısı, hem bunların malzemesi, hem de birleşme yüzeyleri, tam olması gerektiği gibidir. Dahası tüm bunlar, fizik ve optik ilkelerinin birbirleriyle tam uyumlu ve mükemmel şekilde uygulanması sayesinde mümkün olmuştur. Paleontolog David M. Raup, Conflicts Between Darwin and Paleontology (Darwin ve Paleontoloji Arasındaki Çelişkiler) başlıklı kitabında konuyla ilgili olarak şunları yazar:
Ama eğer trilobit gözünün bireysel elemanlarına bakacak olursak lens sistemlerinin bizim şu anda sahip olduklarımızdan çok farklı olduğunu görürüz. (Alan Müzesi’nde araştırmacı ve Chicago Üniversitesi’nde fizik projesörü olan) Ricardo Levi-Setti, kısa bir süre önce bu lens sistemlerinin optiği üzerinde harikulade bir çalışma gerçekleştirdi. … Buradaki şekil Descartes ve Huygens’in onyedinci yüzyılda birbirlerinden bağımsız olarak yayınladıkları tasarımlardakilerin aynısı. Descartes ve Huygens’in tasarımları aplanatik [sapmasız] lens olarak bilinen lenslerdi ve bunlar küresel bulanıklığı giderme amacına yönelikti. Bunlarla trilobitlerinki arasındaki tek belirgin fark, Descartes ve Huygens lenslerinin ikili olmaması, alttaki lensin noksan oluşuydu. Ancak Levi-Setti’nin gösterdiği gibi, bu tasarımların trilobitlerin yaşam alanı olan su altında çalışması için alttaki lens gerekliydi. Dolayısıyla trilobitler, bugün geliştirilmesi için iyi eğitimli ve zeki bir optik mühendisinin -ya da 17. yüzyılın optik literatürünü yakından bilen birisinin- varlığını gerektiren optik bir tasarımı 450 milyon yıl önce kullanmaktaydılar.119
Trilobitlerde, yukarıda belirtilen iki tip bileşik göz yapısı bulunmaktadır. Bu farklılık, trilobit türlerine göre değişmektedir. Her iki göz tipi de, büyük bir komplekslik sergilemektedir.

Trilobit Gözü Bir Yaratılış Harikasıdır
Trilobit gözü mükemmel detaylar sergileyen, son derece kompleks bir yapıdır. Alt parçaları son derece hassas ayarlamalarla birbirine bağlanmıştır ve gözün fonksiyonel bütünlüğü bu sayede mümkün olmaktadır. Gözdeki bu ayarlamalar adeta bir mucizeler zinciri ortaya koymaktadır. Lensler, özel olarak kalkit ve kitin malzemelerinden oluşmaktadır. Bu iki malzemenin kırılma indisi arasında mükemmel bir uyum vardır. Eğer kitin değil de başka bir malzeme lensin altında bulunacak olsaydı trilobit gözündeki bu mükemmel odaklama mümkün olmayacaktı. Veya kalkitin de kristal formu değil de başka bir formu olsaydı, lensler şeffaflık özelliğine sahip olmayacaktı. Mercek eğer ikili yapıda olmasa, sadece kalkitten yapılma ön lens mevcut olsa, trilobit, yaşam alanı olan su altında göremeyecek, gözleri işe yaramaz olacaktı. Eğer kalkit ve kitin arasındaki etkileşim yüzeyinin şekli Huygens ve Descartes’ın matematiksel olarak hesapladıkları eğriler değil de başka eğriler olsaydı, ışığın mükemmel şekilde odaklanması yine mümkün olmayacaktı. Yine eğer, bu eğri boyunca dizilen magnezyum atomlarınının miktarı biraz az ya da fazla olsaydı, lensler ışığın sapmasını gideremeyecek, diğer tüm koşullar yerli yerinde olsa dahi, göz yine etkin bir şekilde işlevini yerine getiremeyecekti. Bu mucizeler zinciri kaçınılmaz olarak bazı çok önemli soruları beraberinde getirmektedir:
Acaba trilobit bu göz sistemine nasıl sahip olmuştur? Kalkitin kristal formları nasıl olup da canlının göz bölgesinde mükemmel bir şekilde dizilmiş yuvarlak lensler oluşturmuştur? Kitin malzemesiyle magnezyum atomları, bu lensin altında uygun miktar ve yüzeysel birleşimde nasıl yerleşmiştir? Dört denklemli matematiksel fonksiyonlar arasında oluşturulabilecek neredeyse sayısız ihtimal arasından nasıl olup da hassas görmeyi sağlayacak yegane eğriler olan Huygens ve Descartes eğrileri bu göze entegre edilmiştir? Acaba tüm bunlar tesadüfen gerçekleşmiş olabilir mi? Veya trilobit bu göze ihtiyaç duyup tüm bunları akıl ederek, matematiksel hesaplamalar yaparak kendisi geliştirmiş olabilir mi?

Trilobitlerdeki bileşik göz yapısı, günümüzde yusufçuk böceği ve arı gibi eklem bacaklılarda aynen mevcuttur. Bu gerçek, evrimciler için büyük bir rahatsızlık sebebidir. Evrimciler, 530 milyon yıllık bu mükemmel canlının varlığını uzun süre görmezden gelmişlerdir. Ancak gerçekler, görmezden gelinmeyecek kadar büyüktür. Trilobit, Allah’ın yarattığı kusursuz eserlerden yalnızca bir tanesidir.
Elbette trilobit gözü, tesadüflerin de trilobitin kendisinin de bir ürünü değildir. Bir rasathaneye isabet eden şimşeklerin, oradaki teleskopları daha etkili bir şekilde gösteren cihazlara dönüştürmeyeceği, bunun yerine onları tahrip edeceği açıktır.
Trilobit, tüm bu kusursuz ayarlamaların ancak taşıyıcısı, sergileyicisi olabilir. Kuşkusuz tüm bu üstün yaratılış alemlerin Rabbi olan Allah’a aittir. Trilobitin gözü, Allah’ın üstün sanatının tüm çarpıcılığıyla sergilendiği bir eserdir. Allah kusursuz yaratandır, trilobit ve diğer tüm canlıları da yoktan var etmiştir.

Evrimciler Trilobit Gerçeği Karşısında Açıklama Getirememektedirler
Trilobitlerdeki bileşik göz yapısı, günümüzde yusufçuk böceği ve arı gibi eklem bacaklılarda aynen mevcuttur. Bu göz tipi, trilobitlerde ilk olarak günümüzden 530 milyon yıl kadar önce ortaya çıkmıştır ve günümüze kadar hiçbir değişikliğe uğramamıştır.120 Eklem bacaklıların “tüm” tarihine yayılan bu “evrimsizlik”, Darwinizm’e tam anlamıyla bir reddiye oluşturmaktadır.
Trilobitin keşfi ve bu canlı ile ilgili son derece özel yapıların ortaya çıkışı kuşkusuz evrimciler arasında büyük bir rahatsızlık meydana getirdi. Evrimcilerin ilk olarak başvurdukları yöntem, tıpkı yeni keşfedilen Kambriyen canlılarında olduğu gibi, bu önemli yapıyı da çok uzun süre boyunca görmezden gelmekti. Açıklamakta en fazla zorlandıkları yapı olan “göz”ün kompleks halinin, bundan 530 milyon yıl önce var olduğunu kabul etmek istemiyorlardı. Ancak, bunu görmezden gelmek, trilobitlerin milyonlarca yıl önce nasıl gördükleri ve bunun günümüzde nasıl sergilendiği gerçeğini ortadan kaldırmıyordu. Luther Sunderland bu konuyla ilgili olarak şunları söylemişti:
Trilobit konusunda uzman olan Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nden (Niles) Eldredge’in, göz ile ilgili problemlerden bahsetmemiş olmasını biraz tuhaf buluyorum… yaratılışı savunanları hedef aldığı son bir kitabı var. Orada trilobitten sayfalarca bahsediyor. Ama problemin en zor kısmı olan “göz”den hiç bahsetmiyor. Bence bunu, mutlaka yavaş bir gelişim olması gerektiğine ama henüz fosillerin bulunmadığına kesin olarak ikna olmuş olduğundan, bütün bunların neye işaret ettiğini göremediği için yapıyor.121
Görmezden gelmek, evrimciler için başlangıçta tercih edilen bir yöntemdi. İşin şaşırtıcı yanı, evrimi yalanlayan trilobit gözünü görmezden gelmeye çalışan Doğa Tarihi Müzesi’nden Niles Eldredge, 1960′lı yıllarda Amerika genelinde topladığı fosillerle Phacopsrana türü trilobitin Orta Devonyen dönemindeki fosil kaydını örneklendirip analiz etmiş bir bilim adamıydı. Yaptığı analizler sonucunda trilobitlerin türler arasında yavaş ve kademeli bir değişim yaşamadığını, trilobitlerin fosil kaydının, durağanlık ortaya koyduğunu saptamıştı.122
Benzer sonuçlara varan bir fosil araştırmacısı da R. A. Robison’du. Robison Orta Batı Amerika’da orta Kambriyen döneminde yaşamış olan, Agnostida takımına ait trilobitlerin fosilleri üzerinde yaptığı çalışmada, “türlere has karakteristiklerin birbirleri arasında kademeli değişim açısından açık bir noksanlık” bulduğunu, yani fosil kaydının durağanlık ortaya koyduğunu bulmuştu.123 Kuşkusuz, ele geçen sayısız trilobit fosilinin ortaya çıkardığı gerçek, görmezden gelinmeyecek kadar büyüktü. Bunun üzerine evrimciler, çeşitli açıklama yöntemlerine başvurdular. 530 milyon yıl önce yaşamış olan bu kompleks canlının “varlık sebebi” ve bu özelliklere nasıl sahip olduğu, sürekli olarak farklı evrimci çevreler tarafından farklı şekillerde açıklanma girişimlerine sahne oldu. Her biri, daha sonra detaylarına yer vereceğimiz çeşitli ve birbirinden farklı teorilerle gündeme geldiler. Her nedense, bunların hiçbiri diğerini desteklemiyor, evrimciler arasında bir fikir birliği oluşmuyordu.
Evrimci Richard Fortey, evrimcilerin kendi aralarındaki fikir uyuşmazlığını şu sözlerle anlatıyordu:
Bunların ani ortaya çıkışları nasıl açıklanacak? Charles Darwin, Origin of Species‘de bu konuda alışılmadık şekilde kendine güvenli olarak şöyle demişti: ‘(Kambriyen) trilobitlerinin, (Kambriyen’den) çok daha önce yaşamış olması gereken bir kabukludan evrimleştiğine şüphe edemem.’ Bundan 13 yıl sonra, Thomas Hardy kahramanını bir başka ‘ilkel kabukluyla’ ilişkilendirdi. Trilobitleri arthropodlarla ilişkilendirmek belki de neredeyse içgüdüseldir. Antropolog Kenneth Oakley ise Fransa’da Yonne bölgesindeki Trilobit mağarasında üzerinde delikler olan bir örneği meşhur etti. Burası geç Paleolitik mağara idi (…) Aynı mağarada oldukça güzel kanatlı bir böcek de buldu. 1965 yılında Oakley şunları söyledi: ‘Eğitimsiz ama dikkatli ve düşünceli Magdalen insanına bir trilobitin, bir kaya parçası içindeki bir böcek gibi görünmesi makul karşılanabilir.’ Elbette olabilir. Magdalen insanı bir böcek görmüştür, Darwin bir kabuklu, Walcott bir araknid – ki bu örümceklerle ve akreplerle akrabadır… Bunların tümü doğru olamaz.124
Evrimci bir paleontolojik kaynakta ise trilobitlerin kökeni konusu şöyle anlatılır:
Bilinen ilk trilobitlerle ilgili büyük problem şudur ki, bunlar trilobitlerdir. Bir diğer deyişle en erken temsilcileri açık ve net bir şekilde trilobitlerdir ve başka hiçbir şeye benzememektedirler.125
Elbette ilk var oldukları günden itibaren balıkların balık, kuşların kuş veya sürüngenlerin sürüngen olması gibi “trilobitler de trilobittir”! Çünkü tüm bu canlı grupları, karakteristik özellikleri ile tam gelişmiş olarak var olmuşlardır ve yeryüzündeki varlıkları boyunca bu özelliklerini korumuşlar, başka canlılara evrimleşmemişlerdir. Dolayısıyla, bilimsel olarak ortada bir “problem” yoktur. Bilimsel bulgular, canlıların üstün bir yaratılışla var olduklarını açık ve net olarak kanıtlamaktadır. Evrimcilerin trilobitleri bir “problem” olarak göstermeye çalışmalarının tek sebebi, bu canlılardan önce yaşamış benzer canlılar, bir başka deyişle evrimsel ata benzetmesini yapacakları figüranlar; anlatacak evrim masalları bulamayışlarıdır. Trilobitlerin fosil kayıtları, yeryüzündeki yüz milyonlarca yıllık varlıkları boyunca on binlerce örnek vermiştir. Yani sorun, trilobit bedenlerinin fosilleşmemesi değildir. Trilobitler günümüzden 530 milyon ila 200 milyon yıl kadar önceki döneme ait on binlerce fosil örnek verdiği halde neden bilim adamları bu dönemden hemen önceki kayalarda “tek bir tane” dahi fosil trilobit bulamamaktadırlar. Bunun sebebi açıktır: Yüce Allah trilobitleri 530 milyon yıl önce kusursuzca var etmiştir. Trilobitlerin sözde atasal formları Prekambriyen’de değil, evrimcilerin hayallerinde yaşamışlardır.
Evrimciler bu konuda daha da sorun yaşayacağa benzemektedirler. Evrimin lehine deliller ararlarken, sürekli olarak evrimi derinden çökerten gerçeklerle karşılaşmaktadırlar. Nitekim evrimci Norman Macbeth, Harvard Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada, bu gerçeği oldukça açık olarak ifade etmiştir:
Kambriyen canlılarından bir örnek, küçük bir canlı olan trilobittir. Daha başlangıçta oldukça fazla trilobit fosili bulunmaktadır ve bunları oluşturan şey yoktur (buna sebep olan evrimsel yaşam formları yoktur). Ve, eğer bunları daha yakından incelerseniz, bunların hiç de basit canlılar olmadıklarını görebilirsiniz. Bu canlılar küçüktürler, ama son yıllarda oldukça büyük çapta tartışılan bir göze sahiptirler – bu göz inanılmazdır.
Gözler düzinelerce küçük tüpten oluşmuştur ve bunlar hafifçe farklı açılara bakmaktadırlar. Böylelikle farklı bir tüp ufuktaki her noktaya odaklanır ve bu gözler tüm alanın görüntüsünü tam olarak oluşturabilirler. Ama bu tüpler, bundan çok daha karmaşıktır. Bunların üzerlerinde mercekler vardır ve optik olarak oldukça kompleks bir şekilde düzenlenmişlerdir. Canlının görebilmesini sağlayabilmek için tam olarak gerekli olan bir başka katmana bağlılardır. Ama bundan daha da karmaşığı, bu gözlerin hiçbir kökeninin olmamasıdır.
Bu durum baştan beri herkesin canını sıkıyor – tiyatronun daha başında her şeyin yerli yerinde olması. Perde kalkıyor (Kambriyen kayalıklarında yaşam formları bulunuyor) ve sahnede çoktan oyuncular var. Tam anlamıyla modern kostümleriyle.126
Hiç bir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda olmasın; ancak onu belirlenmiş bir miktar olarak indiririz.
(Hicr Suresi, 21)
Elbette evrimcilerin bu durumu görmezden gelmeleri, yeryüzünde açıkça sergilenmiş olan gerçeği değiştirmemektedir: Kambriyen döneminde son derece kompleks bir canlı yaşamıştır. O dönemin dünyasını mükemmel gözleri ile görebilmiş, mükemmel yapısı ile tüm yeryüzüne yayılmıştır. Canlıların en karmaşık organlarından “göz”, hiçbir ara aşama geçirmeden, hiçbir hayali “ilkel forma” sahip olmadan aniden ortaya çıkmıştır. Bu canlının da, sahip olduğu mükemmel gözün de bir evrimsel kökeni yoktur. Çünkü bu canlı da, onun mükemmel gözleri de evrim geçirmemiştir. Bu canlı, sahip olduğu tüm mükemmellikler, tüm kompleks yapılar, hayranlık uyandırıcı gözler ve şu anda göremediğimiz renkleriyle bundan tam 530 milyon yıl önce yaratılmıştır. Onun nasıl özelliklere sahip olduğunu, nasıl yaşadığını, nasıl gördüğünü ve nasıl göründüğünü tam olarak bilen, yalnızca onu yoktan var edip yaratan Allah’tır. Allah bu gerçeği ayetinde bildirmiştir:
Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Onun karar (yerleşik) yerini de ve geçici bulunduğu yeri de bilir. (Bunların) Tümü apaçık bir kitapta (yazılı)dır. (Hud Suresi, 6)
Evrimciler kabul etseler de etmeseler de bu açık gerçek tüm yeryüzüne hakimdir ve onların da gözlerinin önündedir:
Peki onlar, Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde her ne varsa -istese de, istemese de- O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülmektedirler. (Al-i İmran Suresi, 83)
71 Stephen J. Gould, “Evolution’s Erratic Pace,” Natural History, Sayı 86, No. 5, Mayıs 1977, s.14 – http://members.iinet.net.au/~sejones/fsslrc02.html 
72 Derek E. G. Briggs, Douglas H. Erwin, Frederick J. Collier, The Fossils of the Burgess Shale, 1994, Smithsonian Books, s. 142-143
73 Derek E. G. Briggs, Douglas H. Erwin, Frederick J. Collier, The Fossils of the Burgess Shale, 1994, Smithsonian Books, s. 145-147
74 Derek E. G. Briggs, Douglas H. Erwin, Frederick J. Collier, The Fossils of the Burgess Shale, 1994, Smithsonian Books, s. 138
75 Derek E. G. Briggs, Douglas H. Erwin, Frederick J. Collier, The Fossils of the Burgess Shale, 1994, Smithsonian Books, s. 150
76 Derek E. G. Briggs, Douglas H. Erwin, Frederick J. Collier, The Fossils of the Burgess Shale, 1994, Smithsonian Books, s. 201-202
77 http://www.palaeos.com/Paleozoic/Cambrian/Cambrian.htm

78 Derek E. G. Briggs, Douglas H. Erwin, Frederick J. Collier, The Fossils of the Burgess Shale, 1994, Smithsonian Books, s. 199
79 http://www.sizinti.com.tr/ konu.sizinti?SIN=554355b924&k=293&1331833302 
80 Derek E. G. Briggs, Douglas H. Erwin, Frederick J. Collier, The Fossils of the Burgess Shale, 1994, Smithsonian Books, s. 131
81 Derek E. G. Briggs, Douglas H. Erwin, Frederick J. Collier, The Fossils of the Burgess Shale, 1994, Smithsonian Books, s. 140-141
82 Fred Heeren, “A little fish challenges a giant of science”, The Boston Globe, 30 Mayıs 2000, s. E1
83 http://www.nature.com/nature/journal/ v383/n6603/abs/383810a0.html
84 http://www.china.org.cn/english/culture/54836.htm
85 http://news.bbc.co.uk/1/hi/sci/tech/504776.stm
86 Richard Monastersky, Waking Up to the Dawn of Vertebrates, Science News, Vol. 156, No. 19, 6 Kasım 1999, s. 292
87 John Maynard Smith, The Evolution, Cambridge University Press, 2000, s.19

88 Duane T. Gish, Evolution: The Fossils Still Say No!, Institude of Creation Research, California, 1985, s. 66
89 http://www.newscientist.com/article.ns?id=mg15621045.100
90 Masao Ito, Yasushi Miyashita, Edmund T. Rolls, “Cognition, Computation and Consciousness”, Oxford University Press, 1997, s. 21 
91 Michael Denton, Nature’s Destiny, Free Press,1998, s. 321
92 Marshall Kay ve Edwin H. Colbert, Stratigraphy and Life History, 1965, sayı 736, s.102-103
93 http://www.findarticles.com/p/articles/mi_m1200/ is_n9_v146/ai_15811436
94 http://www.findarticles.com/p/articles/ mi_m1200/is_n9_v146/ai_15811436
95 http://www.findarticles.com/p/articles/ mi_m1200/is_n9_v146/ai_15811436
96 Henüz bu yapıdaki komplekslik seviyesi dahi evrim teorisini çürütmeye yeterlidir Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, Global Yayıncılık, İstanbul, 2000
97 Stephen C. Meyer, Paul A. Nelson, Paul Chien, “The Cambrian Explosion: Biology’s Big Bang”, http://www.discovery.org/articlefiles/pdfs/cambrian.pdf
98 Stephen C. Meyer, Paul A. Nelson, Paul Chien, “The Cambrian Explosion: Biology’s Big Bang”, http://www.discovery.org/articlefiles/pdfs/cambrian.pdf
99 Frank B. Salisbury, “Doubts about the Modern Synthetic Theory of Evolution”, American Biology Teacher, Eylül 1971, s. 336
100 Stephen C. Meyer, Paul A. Nelson, Paul Chien, “The Cambrian Explosion: Biology’s Big Bang”, http://www.discovery.org/articlefiles/pdfs/cambrian.pdf
101 R. Levi-Setti, Trilobites: A Photographic Atlas, University of Chicago Press, Chicago, 1975, http://www.answersingenesis.org/creation/v21/i1/trilobite.asp
102 Richard Fortey, Trilobite, “Eyewitness to Evolution”, Vintage Books, 2000, s. 27-28
103 Richard Fortey, Trilobite, “Eyewitness to Evolution”, Vintage Books, 2000, s. 30-31
104 Richard Fortey, Trilobite, “Eyewitness to Evolution”, Vintage Books, 2000, s. 30-31
105 Richard Fortey, Trilobite, “Eyewitness to Evolution”, Vintage Books, 2000, s. 62-63
106 Andrew Parker, In the Blink of an Eye, Perseus Publishing, 2003, s. 188
107 Richard Fortey, Trilobite, “Eyewitness to Evolution”, Vintage Books, 2000, s. 92
108 Richard Fortey, Trilobite, “Eyewitness to Evolution” Vintage Books, 2000, s. 92, 93, 94
109 Richard Fortey, Trilobite, “Eyewitness to Evolution”, Vintage Books, 2000, s. 77
110 Richard Fortey, Trilobite, “Eyewitness to Evolution”, Vintage Books, 2000, s. 96
111 Richard Fortey, Trilobite, “Eyewitness to Evolution”, Vintage Books, 2000, s. 101
112 Richard Fortey, Trilobite, “Eyewitness to Evolution”, Vintage Books, 2000, s. 98
113 David Raup, “Conflicts Between Darwin and Paleontology”, Bulletin, Field Museum of Natural History, cilt 50, Ocak 1979, s. 24 
114 Levi-Setti, R. Trilobites, University of Chicago Press, Chicago, 1993, s.54
115 Richard Ellis, Aquagenesis, Viking Publishing, New York, 2001, s. 49 – http://www.apologeticspress.org/articles/2021
116 Richard Fortey,  “Crystal Eyes”, Natural History, 2000, vol 109, no. 8 s. 68-72 – http://www.apologeticspress.org/articles/2021
117 R. Levi-Setti, R. Trilobites, University of Chicago Press, Chicago, 1993, s.54 – http://www.apologeticspress.org/articles/2021
118 R. Levi-Setti, Trilobites: A Photographic Atlas, University of Chicago Press, Chicago, 1975, s. 33 – http://www.answersingenesis.org/creation/v21/i1/trilobite.asp
119 Raup D.M., “Conflicts Between Darwin and Paleontology,” Field Museum of Natural History Bulletin, Field Museum of Natural History: Chicago IL, Ocak 1979, Vol. 50, No. 1, s.22-29, s.24
120 R. L. Gregory, Eye and Brain: The Physiology of Seeing, Oxford University Press, 1995, s. 31
121 Luther Sunderland, Darwin’s Enigma “Ebbing the Tide of Naturalism”, Master Books, 2. Baskı, Mayıs 2002, s. 168
122 Niles Eldredge and Stephen Jay Gould, “Punctuated Equilibria: An Alternative to Phyletic Gradualism,” in Models in Paleobiology, ed. T. J. Schopf (San Francisco: Freeman, Cooper, and Company, 1972), s. 82-115
123 R. A. Robison, Species Diversitiy Among Agnostoid Trilobites, Fossils and Strata, 1975, sayı 4, s. 219-226; Stephen J. Gould, The Structure of Evolutionary Theory, Belknap Press, 2002, s. 754
124 Richard Fortey, Trilobite, “Eyewitness to Evolution” Vintage Books, 2000, s. 128
125 Trilobite Origins, http://www.peripatus.gen.nz/Taxa/Arthropoda/Trilobita/TriOri.html
126 Norman Macbeth, Harvard Universitesinde bir konferans, 24 Eylül 1983 – L.D. Sunderland, Darwin’s Enigma (1988), p. 150 -http://www.pathlights.com/ce_encyclopedia/12fos06.htm

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder